Yoksullukla Yükselen Hayat
Fakir ve bakımsız bir ortamda, köyümüzdeki ilkokulda eğitimime başladım ve ilkokul tahsilimi köyümüzde tamamladım. Ortaokul öğrenimime Malatya’da başladım; birinci sınıfı burada okuduktan sonra, ikinci ve üçüncü sınıfları Hekimhan ilçemizde okuyarak ortaokulu burada tamamladım.
Hekimhan’da öğrenimime devam ederken, bazı günler istasyona gider, Malatya-Sivas arasında çalışan trenlerde su satarak harçlığımı çıkarmaya çalışırdım. Yine bir gün, Sivas yönüne giden bir trene bindim ve Hasançelebi İstasyonu’na kadar su satarak yolculuk ettim. Orada inip köye çıktım. Ertesi gün tekrar Hekimhan’a dönmek üzere sabah erkenden Hasançelebi İstasyonu’na geldim ve Malatya yönüne gidecek olan treni beklemeye başladım.
Bir süre sonra tren geldi ama vagonlar hıncahınç asker doluydu. Trene sivil yolcu almıyorlardı. Oysa ertesi gün okulda yazılı sınavım vardı. Trene binemezsem sınava da giremeyecektim. Vagon kapıları kilitliydi; ne inen vardı ne de binen. Ne yapacağımı bilemedim. Son çare olarak, pencerelerden sarkan askerlere seslendim, yalvardım:
'Ne olur beni Hekimhan’a kadar alın. Yarın sabah okulda yazılı sınavım var, sınava giremezsem sınıfta kalırım,' dedim.
Askerlerden biri sesimi duydu ve beni vagonun penceresinin yanına çağırdı.
'Önce şu kovayı uzat, onu alalım. Sonra seni çeker içeri alırız,' dedi.
Dediklerini aynen yaptım. Kovamı ve tasımı verdikten sonra, asker iyice sarkarak ellerimden tuttu ve beni vagona çekti.
Tren isiyle kapkara olmuş dış cephenin sürtünmesi yüzünden, elbiselerim simsiyah olmuştu. İçeri alındığımda halimi gören asker, kepini çıkararak aralarında para topladı ve bana verdi. Trenin içinde gördüğüm o dayanışmayı, o insanlığı hiç unutmadım. Hekimhan İstasyonu’na vardığımızda, aynı şekilde beni pencereden aşağı indirdiler. Verdikleri para, en az altı seferlik su satışından kazanabileceğim paraya eşdeğerdi.
Trenden indikten sonra, üzerimde başka elbisem olmadığından, simsiyah kıyafetlerimle doğrudan okula gittim. Hem giyecek başka kıyafetim yoktu hem de dersi kaçırmamak için zaman kaybetmedim. Öğretmenlerim bu halimi görünce şaşırdılar. 'Ne oldu sana böyle?' diye sordular. Olanları anlattım. Çok üzüldüler. Ama o gün, yaşadıklarım bana bir şeyi bir kez daha gösterdi: Azimle isteyen, her zorluğu bir şekilde aşar.
Yoksullukla geçen günlerime birçok örnek verebilirim ama hiç unutamadığım bir günü anlatmak istiyorum.
Köyümüz halkından, çok sevdiğim ve saydığım Şakir Doğan’la birlikte Hekimhan’da bir evi paylaşıyorduk. Bir gün, sabahın erken saatlerinde babam sırtında heybesiyle köyden geldi. Hem de yaya olarak… Bu yol en az beş saat sürerdi. Yorgun ve bitkin halde heybesini sırtından indirirken, “Oğlum, ben açım,” dedi. “Köyden bir şey yemeden çıktım, buraya kadar geldim. Yiyecek bir şey var mı?”
“Yemek yok ama ekmek var,” dedim ve ekmeği getirdim.
Babama uzattım, ekmeği eline alırken, “Soğan var mı? Ekmeğin arasına dürüm yapayım,” dedi.
“Yok,” dedik.
“O zaman tuz var mı? Onu da ekmeğin üzerine serpip yerim,” dedi.
Yine “Yok,” dedik.
İşte yoksulluk böyle bir şeydi… Babam o gün, ne soğan bulabildi ne de tuz… Sadece kuru bir ekmekle açlığını bastırmaya çalıştı. Bu anı, yoksulluğun en yalın ve en can yakıcı hâliydi benim için.
Ortaokulu bitirmiş, diplomamı almıştım. Hayalim Astsubay okuluna gitmekti. Başvurdum ve müracaatım kabul edildi. Ancak kayıt yaptırmam için bazı belgeler isteniyordu. Bunlardan biri de Sivas Askeri Hastanesi’nden alınacak sağlık raporuydu.
Ama Sivas’a gidecek yol param yoktu…
Durumu babama söyledim. O da çaresizce, köyümüzün muhtarı ve aynı zamanda yeğeni olan Hasan Kurt’a gitti. Ondan altmış lira borç aldı ve bana verdi. “Git oğlum, ne gerekiyorsa yap,” dedi.
O parayı ne zorluklarla ödedi, hiç bilemiyorum… Ama biliyorum ki, o altmış lira sadece bir yol parası değil, babamın yüreğinden kopan bir umut, bir fedakârlık, bir dua idi.
Bugün hâlâ ne zaman Sivas’a yolum düşse, içimde o günün sessiz hatırası canlanır.
Ankara’da Jandarma Astsubay Okulu’nda üç yıllık eğitimimi tamamlayarak mezun oldum. Ardından Jandarma Astsubayı olarak ilk görev yerim olan Tunceli’nin Hozat ilçesine atandım. Daha sonra sırasıyla Ağrı, Kayseri, tekrar Ağrı, Manisa ve Şanlıurfa illerine tayin edildim. Bu illerin ve onlara bağlı birçok ilçenin zorlu koşullarında, gece-gündüz demeden, mesai mefhumu gözetmeden görev yaptım.
Yıllar süren bu yoğun hizmetin ardından, son tayin yerim olan Şanlıurfa’da görev süremi tamamlayarak emekli oldum.
Şanlıurfa’da görev yaptığım günlerden birinde, bir görev dönüşü trafik kazası geçirdim. Yaralandım ama tedavi sürecinin ardından yeniden görevime döndüm. O sırada annem de ziyarete gelmişti, bizimle kalıyordu. Aradan birkaç hafta geçti, annem rahatsızlandı ve biz daha ne olduğunu tam anlayamadan, dünyaya gözlerini kapadı.
O gün… İçimde büyük bir boşlukla, bir haftalık izin aldım. Bir minibüs kiralayarak eşim ve çocuklarımla birlikte annemin cenazesini köyümüze götürmek üzere yola çıktık. Malatya’ya, abim Abbas’ın evine uğradık. Annemin cenazesi minibüsün üzerinde, köye gitmek üzere bizi bekliyordu. Abim ve yengem de hazırlıklarını tamamladıktan sonra aynı minibüse bindik.
Hava kararmak üzereydi. Hekimhan’ı geçip “Ballıkaya” denilen yere vardığımızda minibüs aniden durdu. Şoföre ne olduğunu sorduğumuzda, “Komutanım, yol burada bitmiş…” dedi.
Oysa yol bitmemişti.
Malatya–Sivas karayolu dediğimiz o yol, o zamanlar ne asfaltlanmıştı ne de düzgün ulaşım sağlanabiliyordu. Biz derenin kenarında beklerken, abim minibüsten indi ve şoföre derenin karşısına nasıl geçeceğini tarif etti. Uzun uğraşlar sonucu minibüsle derenin karşı kıyısına geçmeyi başardık.
Şoför hem minibüsü kullanıyor hem de gülüyordu. Neye güldüğünü sorduğumuzda, “Az önce söylediğim ‘yol bitmiş’ sözüme güldüm,” dedi.
Ama biz biliyorduk…
Yol bizim için bitmemişti — ama minibüsün üzerinde tabutun içinde yatan annem için bitmişti.
Tozlu, çakıllı yolları aşarak gece yarısına doğru köye vardık. İki il arasındaki yolun hâli böyleyken, siz bir de o noktadan sonra saptığımız köy yolunun durumunu düşünün…
Yolun yorgunluğu ve yaşadığımız duygusal sarsıntının etkisiyle, gece geç saatlere kadar oturduk. Ancak sabaha karşı uyuyabildik. Güneş doğar doğmaz kalktık. Annemin cenazesini mezarlığa götürüp defnettik. O anın hüznünü tarif etmek zor… Ardından minibüs şoförünü uğurladık. Gün boyu başsağlığına gelen köylülerle evimiz dolup taştı. Her biri annemin ardından bir şeyler söyledi, dualar etti, hatıralar paylaştı.
Ertesi sabah, gün ağarırken köye askerlerin geldiğini gördük. Hepimiz şaşkındık, birbirimize “Ne oluyor?” diye sormaya başladık. Kısa sürede öğrendik ki 12 Eylül Askerî Darbesi olmuş, ülkede sıkıyönetim ilan edilmişti.
Durum ciddiydi. Benim, bir an önce bağlı olduğum birliğime dönmem gerekiyordu. Hemen hazırlıklarımızı yaptık ve Hasançelebi İstasyonu’na indik. İlk gelen trene bindik. Malatya’ya varmam saatler sürdü; çünkü tren her istasyonda durduruluyor, yolcular tek tek kimlik kontrolünden geçiriliyordu. Her kontrol, hem zaman alıyor hem de darbenin yarattığı gerginliği üzerimize biraz daha yüklüyordu.
Malatya’ya vardığımda otogara gidip Şanlıurfa’ya gidecek bir otobüs sordum. Görev başı yapmam gerekiyordu ama o gün için hiçbir otobüs seferi yoktu. Ne zaman olacağı da belli değildi. Mecburen, telefon numaralarını alarak yeniden abimin evine döndüm.
Biraz hava almak ve çocukları oyalamak için dışarı çıktık. Kanal boyuna, şimdi orduevi olan yere doğru yürüyorduk ki yanımızda bir askeri cip durdu. Askerler araçtan inip hemen çevremizi sardı. Şaşkınlık içindeydik. Zaten o günlerde her yerde askerler devriye geziyor, yollar tutuluyordu. Ne olduğunu anlayamadan gergin bir sessizlik oluştu.
Meğer cipteki komutan, benim devremmiş. Beni tanımış, şoföre “Dur burada,” demiş. Onun ani emrini yanlış anlayan askerler ise refleksle bizi kuşatmış. Kısa sürede durum açıklığa kavuştu, gülüştük ama darbe ortamında o birkaç dakika bile insanın yüreğini dondurmaya yetiyordu.
Ertesi gün Gaziantep üzerinden Şanlıurfa’ya ulaşabildim. Mesleğimin zorluklarından birini daha yaşamıştım. Annemin cenazesinde bile doğru dürüst bulunamamıştım.
Birkaç yıl daha görev yaptıktan sonra emekli oldum ve Malatya’ya döndüm. Bahçeli bir ev kiraladım. Bahçede meyve ağaçları vardı, ben de sebze fideleri diktim. Toprakla uğraşmak, doğayla baş başa kalmak bana huzur veriyordu.

































