SON DAKİKA
Reklam
İrfan BAŞARANOĞLU

KISKANÇ HACER

KISKANÇ HACER
A- A+

Siyah örgülü saçları, irice kapkara gözleri ve uzun boyuyla köyün içinde alımlı alımlı dolaşırdı. Kendince köyün en güzel kızıydı; dahası, bazıları da gerçekten öyle olduğunu düşünürdü. Allı güllü şalvarı içinde salına salına yürürken kimi delikanlıların yüreğini hoplatırdı. Hoplatırdı hoplatmasına ama hani derler ya “İnsanın yüreğinin güzelliği yüzüne vurur” diye… İşte Hacer’de o ışık hiç yoktu. Kıskançlık, kibir ve fesatlık onda fazlasıyla vardı.

Güzelliğinin farkında olmasının verdiği özgüvenle her adımında etrafına tepeden bakar, kimseyi beğenmezdi. Köyün kadınları onun bu hâlini çoktan kanıksamıştı; kendi aralarında “Güzellik geçer, huy kalır” diye söylenir, içlerinden derin derin iç çekerlerdi. Ama Hacer’in umurunda bile değildi.

Bir gün, köy meydanındaki çeşmeye su doldurmaya gittiğinde iki genç kızın fısıldaştığını duydu. Kızlardan biri diğerine dönüp; Vallahi güzelliği var ama huyu yok. Kim alır bunu? diye söylendi.

Hacer’in kaşları anında çatıldı. Sözlerin sahibi belli ki kendisinin duyacağını bile bile konuşmuştu. Su testisini sertçe yere bıraktı, gözlerini kısmış hâlde kızlara baktı. Kimse beni almak zorunda değil! diye çıkıştı.
Ama bunu söylerken bile sesindeki hafif titreme, derinlerde sakladığı gizli korkunun iziydi. Çünkü Hacer, herkesin düşündüğünü kendi kendine tekrar tekrar duyuyordu: Güzellik yetmezdi.

Tam o sırada köyün en tanınmış delikanlılarından Ali oradan geçiyordu. Herkesin sevdiği, ağırbaşlı, dürüst bir gençti. Hacer onu görünce bir an durdu; yüzüne istemsiz bir gülümseme yerleşti. Çünkü Ali’nin gözü kolay kolay kimseye kaymazdı ama Hacer, onun bakışlarında kendine dair en küçük bir umut arardı hep.

Ali kızların yanından geçerken sadece kısa bir selam verdi. Hacer’e ise hiç bakmadı bile.

Bu, Hacer’in gururuna dokundu. İçinde daha önce tatmadığı bir kıpırtı biraz merak, biraz kıskançlık ve çokça öfke kabardı. “Ben bu köyün en güzel kızıyım. Nasıl olur da bana bakmaz?” diye geçirdi içinden.

O anda kendi kendine söz verdi: Ali’nin dikkatini çekecek. Ne pahasına olursa olsun.

Ortaokulu bitirmiş olmasına rağmen lisede okuyan ya da lise mezunu kızlardan daha bilgili olduğunu düşünür, onlarla fazla samimi olmaz, adeta uzak dururdu. Zaten kendince seçtiği birkaç kız dışında pek arkadaşı da yoktu.

Bu yakınlık kurduklarıyla yazın kavurucu günlerinde sık sık kırlara çıkar, dere kenarlarında oyalanıp gönlünü eğlendirirdi. Babası, annesi ve kardeşleri bağda, bahçede, tarlada güneşin altında çalışırken o evde kalır, işi gücü bahane ederdi. Sözde yemek yapar, evi toplardı ama en ufak işi bittiği anda dışarı fırlar; arkadaşlarıyla buluşup saatlerce dedikodu eder, çoğu zaman da onlara emrivaki davranarak kendi istediğini yaptırırdı. Keyfi yerinde olsun diye etrafındakileri yönlendirmeye alışmış, rahatına fazlasıyla düşkün bir hali vardı.

Okulların tatil olmasıyla şehirde ya da yatılı okullarda okuyan öğrenciler bir bir köylerine dönmüştü. Köy odasının önündeki dut ağacının gölgesinde toplanan kızların yüzlerinde hem tatilin sevinci hem de geleceğe dair bir belirsizlik dolaşıyordu. Üniversite hayali kuranlar sınav stresini atmaya çalışıyor; kimileri de büyük şehir hevesini hafifçe fısıldıyordu.

Hacer ise tam o sırada yanlarına geldi. Kendinden emin adımları ve aldırmaz tavrıyla kızların arasına oturdu. Bir süre onları dinledi, sonra alaycı bir tebessümle konuşmaya karıştı. Okuyup da ne olacaksınız ki? Yarın öbür gün kocaya gideceksiniz. Evde kocalarınıza hizmet edeceksiniz.

Kızların üzerinde ince bir utanç perdesi dolaştı. Kimisi yere baktı, kimisi dudaklarını ısırdı. Kimileri bu sözlere içerledi ama ses çıkaramadan susmayı tercih etti. Ayşe’nin kaşları sıkıntıyla çatılmıştı; yine de karşılık veremiyordu.

Hacer, daha da ileri giderek gururla devam etti: Ben öyle olmayacağım ama. Zengin ve yakışıklı bir adama varacağım. Hizmetçilerim olacak. Yiyip içip eğleneceğim, günümü gün edeceğim.

Dut yapraklarının arasından geçen rüzgâr bile bir an durdu sanki. Kızlar birbirlerine bakakaldılar.

Ayşe, cesaretini topladı, sesi hafif titreyerek: Belki de bizler okuyup kendi ayaklarımızın üzerinde durmak istiyoruz… dedi.

Hacer omuz silkti. Siz bilirsiniz. Benim yolum başka. Sonra, hayallerinin parlaklığına sarılmış bir gülümsemeyle oradan uzaklaştı. Kızlar ise hem kırgın hem düşünceli bakışlarla arkasından baktılar; her biri kendi içinden hayallerini sıkı sıkıya sahiplenmeye çalışıyordu.

Kızların arasından uzaklaşırken kuru otlar ayaklarının altında hışırdadı. Her adımında kendi düşlerine daha çok inanıyor, geride bıraktığı bakışlardan güç aldığını sanıyordu. Oysa farkında değildi; söyledikleri genç kızların içini ince ince yaralamıştı.

Ayşe derin bir nefes aldı. Bizi neden küçümsüyor ki? Biz sadece kendi emeğimizle bir şeyler başarmak istiyoruz…

Fatma omuzlarını silkti. Boş ver. Herkesin hayali başka. Ama o… o bizi ezerek rahatlıyor sanki.

Kızlar dağıldı. Kimi eve döndü, kimi tarlada çalışan ailesine yardım etmeye koştu. Ama hepsinin içine bir ağırlık çökmüştü.

Hacer ise köyün kenarındaki küçük dereye doğru yürüdü. Suyun üzerindeki ışıkları izlerken yüzünde yine o gururlu hayal kurma hâli vardı. Benim kaderim onlarınki gibi olmayacak. Ben bu köyde sıkışıp kalmam. Görecekler… diye mırıldandı.

O sırada uzaktan annesinin sesi duyuldu. Telaşlı bir tını vardı sesinde.

Hacer, o kibirin altına gizlenmiş hafif bir endişeyle dereden uzaklaşıp köye doğru yürüdü. İçinde tuhaf bir gölge dolaşıyordu ama belli etmiyordu. Bilmediği ise şuydu: Hem köyde hem de onun hayatında yavaş yavaş bir şeyler değişmeye başlıyordu.

Hacer, annesinin telaşlı sesini duyup eve doğru yöneldiğinde, kapı önünde bir kalabalık fark etti. Annesi, babası ve kardeşleri, evin girişinde birileriyle hararetle konuşuyordu. Hacer adımlarını hızlandırdı.

Kapıya vardığında gördüğü yüz, onu olduğundan daha da irkiltti. Teyzesi, yanında kendi kızıyla gelmişti… Ve o kız Zehra Hacer’in pek de hoşlanmadığı türdendi.

Çünkü Zehra güzeldi. Hem de öyle böyle değil; insanı ilk bakışta durduran bir güzellik… Omuzlarına düşen kumral saçları, tertemiz teni, güler yüzü ve zarif huyuyla herkesin sevdiği, görür görmez ısındığı biri. Hacer’in aksine, güzelliğinin farkında olsa bile bunu kimsenin gözüne sokmayan, alçakgönüllü bir kızdı.

Hacer’in annesi, kızının geldiğini görünce seslendi: Haa, Hacer! Bak, teyzene sürpriz yaptılar. Birkaç gün bizde kalacaklar kızım. Zehra da çok özlemiş seni!

Zehra, içten bir gülümsemeyle Hacer’e sarılmak için kollarını açtı. Ablaaa! Ne kadar büyümüşsün! dedi sevecen bir sesle.

Hacer, zoraki bir tebessümle ona karşılık verdi. Sarılmayı kabul etti ama gözleri öfkeyle kıvıl kıvıl yanıyordu. “Nereden çıktı şimdi bu? Tam zamanında… Hele şu Ali’nin ortalarda dolaştığı günlerde…”

Çünkü Hacer çok iyi biliyordu: Zehra’nın güzelliği, kendi güzelliğini gölgede bırakabilecek türdendi. Hem de uğraşmadan, çabasızca…

Eve geçip oturdular. Zehra’nın girdiği her odada bir sıcaklık, bir ferahlık esiyordu sanki. Hacer’in annesi bile onunla konuşurken yüzü gülüyor, yumuşuyordu. Kızım maşallah sana! Derslerin nasıl? diye sordu annesi sevgiyle.

Zehra utangaç bir tebessümle: Çok şükür teyzeciğim, iyi gidiyor. Seneye üniversite sınavım var, bakalım… diyerek cevap verdi.

Hacer’in içinden bir şeyler kıpırdadı. Üniversite… O kelimenin eve girmesine bile tahammülü yoktu aslında.

Sonra dışarıdan bir ses geldi. Uzaktan bir erkek sesi, selam verir gibi bağırdı: Kolay gelsin Ahmet amca!

Herkes aynı anda kapıya döndü. Bu ses, Hacer’in kanını dondurmuştu. Ali’ydi.

Evin önünden geçiyordu… Ve Zehra, merakla, kapıdan dışarı uzanıp bakmıştı bile. Ali de ona bir an baktı.

Hacer’in içinden, ince, keskin bir kıskançlık ateşi yükseldi. Sanki biri yüreğine bir iğne batırmıştı.

“Hayır… Hayır! Bu kız burada kaldığı sürece Ali’nin gözü ona kayarsa… olmaz! Buna izin veremem.” Ve o anda, Hacer’in içinde yeni bir karar filizlendi. Zehra ne kadar güzel olursa olsun, bu köyde parlayan tek yıldız yine kendisi olacaktı. Ne yapıp edip… öyle olacaktı.

Zehra’nın köye gelişi köyde hızlıca duyuldu. Yabancı bir güzellik değil, tanıdık bir ışık gibiydi Zehra. Teyzesinin kızı olduğu için herkes onu çocukluğundan hatırlıyor, şimdi genç kız hâline gelişine şaşırıyordu. “Maşallah!” nidaları köyün her köşesinden yükselmeye başladı bile.

Hacer içinse her “maşallah”, her “Vay be, nasıl büyümüş!” sözü, göğsüne saplanan ince bir sızıydı.

Ertesi sabah, kahvaltı sofrasında Zehra’nın neşeli sesi etrafa yayıldı. Teyze, bugün bahçeye yardım etmek istiyorum. Hem çok özlemişim buranın kokusunu.

Hacer kaşlarını çatmadan duramadı. Yardım etmek istiyormuş… Tabii herkes görsün, herkes onu sevsin diye.

Annesi hemen gülümsedi: Aferin kızım! Sen var ya, melek gibisin. Hacer’e de örnek ol.

Hacer’in elindeki kaşığın sapı neredeyse kırılacaktı.

O gün ikisi birlikte bahçede çalıştılar. Daha doğrusu, Hacer öyle görünmesini istemişti. Zira annesi, “Zehra yabancılık çekmesin, sen de yardım et,” deyince istemeden kabul etmişti.

Ama Zehra’nın elindeki iş ne kadar ağır olursa olsun asla şikâyet etmiyordu. Hem çalışıyor hem de arada Hacer’e sorular sorup sohbet etmeye çalışıyordu. Abla, senin saç örgülerin hâlâ çok güzel. Çocukluğumuzdaki gibi.

Hacer kısa ve sert bir cevapla geçiştirdi: Öyle.

Zehra alındı mı? Hayır. Gülümsedi. Bu gülümseme bile Hacer’i rahatsız etmeye yetiyordu.

Öğleden sonra köyün gençleri çeşme başında toplanmaya başlamıştı. Sıcak hava, suyun başını herkes için cazip kılıyordu. Zehra ise su testisi doldurmak için oraya yöneldi.

Hacer, onu yalnız göndermemeyi tercih etti amacı korumak değildi elbet. Her şey kontrol altında olmalıydı.

Çeşmeye vardıklarında köyün gençlerinin bir kısmı oradaydı. İçlerinde Ali de vardı. 

Zehra utangaç bir tebessümle selam verdi: Selamünaleyküm.

Ali başını eğip karşılık verdi. Ancak o anda olan, Hacer’i neredeyse donup bırakacaktı.

Ali’nin bakışı Zehra’da bir an fazla kaldı. Saygılıydı, ölçülüydü… ama belliydi ki Zehra’nın temiz yüzü dikkatini çekmişti.

Gençlerden biri Zehra’ya dönüp: Aaa Zehra abla, bu sen misin? Nasıl değişmişsin böyle! Maşallah!

Zehra hafif utanarak gülümsedi.

Hacer’in dişleri farkında olmadan kenetlendi. “Yok artık… Daha dün geldi. Bu ne ilgi?”

Su doldurup dönerlerken Zehra, Hacer’in yüzündeki kasılmış ifadeyi fark etti. Abla, bir şey mi oldu? Kırdıysam özür dilerim, bilmeden…

Hacer sert bir sesle: Sana ne? Hiçbir şey olmadı.
dedi. Zehra sustu. Hem kırılmış hem de anlam verememişti.

Akşam olduğunda Hacer, pencereden dışarı bakarken kendi kendine konuşuyordu. Böyle olmaz. Ali’nin gözü bu kıza kayarsa ben ne olacağım? Sonra bir anda gözleri parladı. Aklına hızla bir fikir gelmişti. Madem herkes Zehra’yı bu kadar seviyor… o zaman… Onu kendi hatasıyla düşürmenin bir yolunu bulmalıydı. Kötü değildi belki ama kıskançlık bazen en iyi insanın bile içine karanlık bir kuyu gibi çökebilirdi. Hacer, içindeki karanlığın derinleştiğini hissediyordu. Ve o gece… Bir plan kurdu. Hem Zehra’nın parıltısını söndürecek hem Ali’nin gözünü yeniden kendi üzerine çekecekti.

Fakat bilmediği bir şey vardı: Bu plan, sadece Zehra’nın değil, kendi hayatının da yönünü değiştirecek ilk adım olacaktı.

Hacer, günlerdir içini kemiren kıskançlıkla büyüyen planını nihayet bir akşam uygulamaya karar verdi. Zehra saf, iyi niyetli ve herkes tarafından sevilen bir kızdı. Hacer ise içten içe bir şey biliyordu: İnsanlar Zehra’yı severken onu görmezden geliyordu.

O gece hava kararmıştı. Evdeki işler bitmiş, her şey sakinleşmişti. Zehra avluda oturmuş, teyzesinin örgüsüne yardım ediyordu.
Ay ışığı Zehra’nın yüzüne vuruyor, ışık o yüzü olduğundan daha da masum gösteriyordu.

Hacer bunu izledikçe içi daha da sıkıştı. Bu kadar iyi, bu kadar güzel olamaz… Bir şey yapmalıyım.

Ertesi sabah herkes kahvaltı sofrasına yeni oturmuştu. Hacer, annesiyle babasının sesini duyar duymaz planının ilk adımını attı. Yalandan mahcup bir tavır takınarak söze girdi: Anne… dün gece Zehra’yı dışarıda gördüm.

Zehra şaşkınlıkla baktı. Ne? Dışarıda mı?

Hacer gözünü Zehra’ya kaldırmadan devam etti: Evet… Hem de Ali’yle konuşuyordu. Gecenin bir yarısı… Sonra beni görünce hemen dağıldılar.

Sofra bir anda buz kesti. Teyzesi dondu kaldı. Babası kaşlarını çattı. Zehra’nın yüzü bembeyaz oldu. Abla, ne diyorsun sen? Ben dün hiç dışarı çıkmadım ki!

Hacer masum bir ifadeyle omuz silkti. Ben gördüğümü söylüyorum. İstersen inanma.

Zehra’nın dudakları titredi. Vallahi de yemin ederim ki çıkmadım! Ne Ali’ye rastladım ne de birine

Babası sert bir sesle araya girdi: Yeter! Yalan söyleme Zehra! Sen bizim yüzümüzü kara mı çıkaracaksın?

Zehra’nın gözleri doldu. Hacer içinden bir tatlı sevinç duydu ama yüzünü hüzünlü göstermeyi ihmal etmedi.

Teyzesi ise Zehra’ya acır gibi baktı: Bu kız böyle şey yapmaz... Ama… Hacer yalan söylemez ki…

İşte o an, Hacer’in planı işlemeye başlamıştı.

Fakat Hacer’in hesap edemediği biri vardı: Ali.

O gün öğleden sonra Ali, çeşmenin orada kadınların fısıltıyla Zehra hakkında konuştuğunu duydu. Haber çabuk yayılmıştı. “Gecenin bir yarısı Ali’yle konuşmuş…” “Yazık… Teyzesinin yüzünü yere düşürmüş…”

Ali şaşkınlıkla sinirlendi: Ben kimseyle konuşmadım dün gece! Bu nasıl söz?

Kadınlardan biri çekinerek söyledi: Hacer öyle demiş…

Ali’nin gözleri bir anda değişti. Hacer mi?

Sesindeki öfke saklanamıyordu.

Ali, akşamüstü Hacer’i evlerinin önünde ağaca çamaşır asarken buldu. Hacer, konuşmamız lazım.

Hacer, Ali’nin sert yüz ifadesini görünce irkildi ama çabuk toparlandı. Nazlı bir tavırla: Ne oldu Ali? Bir şey mi var?

Ali doğrudan sordu: Niye Zehra’ya iftira attın?

Hacer’in yüzü bir anda gerildi. Ama hemen kontrolünü geri aldı. Ne iftirası? Ben gördüğümü söyledim.

Ali dişlerini sıktı. Kimseyle konuşmadım ben dün gece. Bırak geceyi, Zehra’yı iki gündür görmedim bile. Hacer, herkesin içinde böyle laf çıkarmak sana yakıştı mı?

Hacer’in gerçek yüzü işte o anda ortaya çıktı. Sesi titredi, yüzü bozuldu, ağlamaya başladı ama ağlaması sahicilikten çok uzak bir öfke patlamasıydı. Tabii ya! Tabii ya! Herkes Zehra’yı savunsun! Ben bir şey desem hemen yalancı olurum! Çünkü o melek, ben değilim! Değil mi Ali?

Ali’nin yüzündeki hayal kırıklığı derindi. Hacer… senin böyle biri olduğunu bilmiyordum.

Hacer hırsla haykırdı: Ne sandın? Hepiniz Zehra’ya bayılıyorsunuz! O gelsin, o gülsün, o çalışsın! Hep o! Ben varsam da yoksam da aynı sizin için!

İşte o anda Ali, Hacer’in gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla gördü: Kıskançlık, öfke, hesapçılık ve kendini beğenmişlik.

Hacer çırpınıyor, bağırıyordu: O kızı bu evden göndereceğim! Gerekirse herkesi karşıma alırım!

Ali’nin cevabı kısa ve soğuk oldu: Hacer… Kendini bitiren sensin. Zehra değil. Arkasını dönüp yürüdü.

Hacer hıçkırarak yere çöktü, toprağı avuçladı. Kızgınlıktan yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Ama bir an durdu. Gözlerindeki yaş hafifçe kayboldu. Yerine donuk bir bakış yerleşti. Ve o bakış şunu söylüyordu: Daha bitmedi. Ben Hacer’im… İstediğim olmazsa kimsenin huzuru olmayacak.

Hacer’in attığı iftira, köyde ilk günlerde büyük bir gölge düşürmüştü Zehra’nın üzerine. Kimileri bir şey demese de fısıltılar duyuluyor; bakışlar üzerindeydi.

Ama Zehra ne bağırdı ne ağladı ne de kimseye sitem etti. Sadece içine çekildi ve sessiz kaldı.

O sessizlik, zamanla köyün dikkatini çekmeye başladı.

Zehra, misafir olduğu eve yük olmamak için sabah erkenden kalkıyor, su getiriyor, çay demliyor, sofrayı kurup topluyor, annesine örgüde yardım ediyor, akşamüstü bahçeye gidip sebzeleri topluyordu. Kimse ona söylememişti, kendiliğinden yapıyordu.

Komşu kadınlardan Şerife, bir gün avludan geçerken şaşkınlıkla şöyle dedi: Teyzesi, bu kız hiç yerinde durmuyor maşallah. Bizim kızlar misafirliğe gelince örtü bile toplamaz.

Teyzesi iç çekerek cevap verdi: Zehra hep böyle… Sessizdir ama çalışkandır. Biz kimseye rezil olmadık onunla bugüne kadar. Bu sözler kulaktan kulağa yayılmaya başladı bile.

Köyün çocukları, Zehra’nın yanına sokuldukça o şefkatle gülümseyip ceplerinden çıkardığı küçük şekerleri veriyordu. Ama asıl onları çeken Zehra’nın anlattığı hikâyelerdi.

Bir öğleden sonra, dere kenarında çocuklara masal anlatırken Hacer uzaktan onları izledi. Çocuklar kahkahalarla gülüyor, Zehra’nın çevresinde halka olmuş koşuşturuyordu.

Kadınlardan biri hayranlıkla şöyle dedi: Şu kıza bak ya… Çocuklar bile nasıl sevdi. Temiz yürekli belli.

Hacer bu sözleri duyunca dişlerini sıktı. Ama Zehra’nın o anda dönüp gülümsemesi kıza hiçbir şey söyletmiyordu.

Olanlardan sonra Ali, tarladan dönerken Zehra’nın avluda su taşıdığını gördü. Zehra başını kaldırıp saygıdan hafifçe selam verdi. Ne bir yakınlaşma isteği… Ne utanma… Ne de kendini aklama çabası. Dürüst, sade, tertemiz bir duruş.

Ali bir an durdu, sonra içinden geçirdi: Gerçeği söylemek için bağırmasına gerek bile yok… Bu duruş, her şeyi anlatıyor.

Ali, köy kahvesinde Hacer’in dedikoduyu yaymaya çalıştığını duyunca dayanamadı. Zehra’ya laf söyleyen benim karşıma çıkmış olur! Dediği tek cümle buydu. Bu söz bir anda köyde yayıldı.

Artık insanlar düşünmeye başlamıştı: “Zehra böyle bir şey yapar mı?” Cevap ise her geçen gün daha çok netleşiyordu: Yapmaz. Çünkü onun her halinden temizlik, edeplilik akıyordu.

Hacer’in dedikodu çabaları kendisine dönmeye başlamıştı: Boş konuşma Hacer. İftira günah, günah! Sen niye bu kızın peşine düştün böyle?

Yaşlıların sözleri daha ağırdır. Bir gün köyün en yaşlısı Döne Ana, Hacer’e şöyle dedi: Güzellik geçicidir kızım… Ama iç güzelliği öyle değil. Zehra sessiz, ağırbaşlı bir kız. Sen onun gibi olacağına, ona çamur atmakla uğraşıyorsun.

Bu sözler köyde bir mihenk taşı gibi yankılandı.

Bir akşamüstü, teyzesi bahçede ayağını burktu. Kimse anlamadan Zehra kollarına girip onu eve taşıdı, ayaklarını sardı, suyunu verdi, ağrısını hafifletmek için kasabadan merhem aldırdı.

O kadar içten, öyle şefkatliydi ki… Teyzesi gözleri dolarak: Allah senden razı olsun kızım. Sen olmasan ne yapardım? dedi.

Hacer bunu uzaktan izledi. Gözleri bir an olsun Zehra’nın ellerinden annesinin ayağına kaydı.

İçinde kıskançlık bir kez daha kıpırdansa da bu kez zehir gibi değil… Utanç gibi bir şey aktı yüreğine.

Ve nihayet… Bir hafta içinde Zehra hakkında kimse kötü bir şey konuşmaz oldu. Herkes onun doğru, temiz ve edep sahibi olduğunu kendi gözleriyle görmüştü.

Hacer ne kadar uğraştıysa uğraşsın, hiçbir dedikodu tutmadı. Zehra’nın sessiz, ağırbaşlı duruşu o kadar güçlüydü ki… Köy, Zehra’ya yeniden hatta eskisinden daha fazla saygı duymaya başlamıştı.

Hacer ise o saygının her gün artışını izledikçe içten içe çöküyordu. Çünkü Zehra kimseyle savaşmadı, tartışmadı, bağırmadı. Sadece doğru olarak kaldı.

Ve bazen… En güçlü cevap, işte bu sessizlikti.

Zehra, köyde sessiz ama etkili bir şekilde saygısını geri kazandığından beri Ali’nin gözünde farklı bir ışık belirmişti. O güne kadar onu sadece köyün güzel, ağırbaşlı kızı olarak görüyordu; ne zaman karşılaşsa saygı duyuyor ama kalbi hızlanmıyordu.

Fakat Zehra’nın duruşu, sabrı ve kimseyi kırmadan doğrulukla yaşaması Ali’nin içinde bir hayranlık kıvılcımı yarattı. Bir gün Ali tarladan dönerken, Zehra’yı avluda tek başına gördü. Küçük bir sebze bahçesini suluyor, çalışkanlığıyla güneşin altında parlıyordu. Ali, durup onu izledi, sessizce. “Ne kadar sade ne kadar temiz… Ve bir o kadar etkileyici.” dedi kendi kendine.

Zehra başını kaldırıp Ali’ye gülümsedi, selam verdi. Ali, şaşkınlıkla ama hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu selamlaşmada, artık sadece saygı değil, bir yakınlık ve sıcaklık da vardı. O an fark etti ki Zehra’nın masum ama kararlı tavrı, kendi kalbinde bir boşluğu dolduruyordu.

Ali, sonraki günlerde köy kahvesinde arkadaşlarıyla otururken sessiz kaldı. Kafasında sürekli Zehra’nın görüntüsü dönüyordu. Arkadaşları şakayla karışık sorunca: Kızlarımı düşünüyorsun, yoksa gözün Zehra’ya mı kayıyor Ali?

Ali, önce inkâr etti, sonra kendisi de fark etti: Evet… Sadece saygı değil, artık bir hayranlık var. Belki… daha fazlası.

O, Zehra’nın kimseyi kırmadan herkesin gönlünü kazanmasını izledikçe, Hacer’in aksine gerçek güzelliğin ne olduğunu anlamaya başladı. Bu farkındalık onu içten içe Zehra’ya yaklaştırıyordu.

Hacer, Ali’nin Zehra’ya duyduğu bu farklı ilgiyi fark ettiğinde yüzü kasıldı. Ama artık ne dedikodular işe yarıyordu ne yalanlar…Zehra’nın duruşu ve doğallığı, Ali’nin kalbini sessiz ama güçlü bir biçimde fethetmişti.

Ali, bir akşam Zehra’ya rastladığında durdu ve konuştu: Zehra… seni tebrik etmeliyim.
Köyde herkes ne kadar saygını geri kazandığını gördü. Ama ben… ben sadece bunu değil, senin duruşunu, sabrını ve içtenliğini takdir ediyorum.

Zehra hafifçe gülümsedi, utanmadı, rahat ve doğal bir şekilde: Teşekkür ederim Ali. Sadece doğru olanı yaptım.

Ali, o sözlerde bir şey hissetti; sadece saygı değil, bir yakınlık, bir güven ve belki de ilk kıpırtısı doğuyordu.

Böylece Ali’nin Zehra’ya karşı duyguları, saygıdan hayranlığa, hayranlıktan sessiz bir yakınlığa evrilmişti. O artık Zehra’yı sadece güzel ve iyi bir kız olarak görmüyor, onun içtenliğini ve kararlılığını da takdir ediyordu. Hacer’in tüm çabalarına rağmen, Zehra sessiz ama etkili duruşuyla Ali’nin gözünde kazanan olmuştu.

Ve Hacer, her geçen gün bu durumu gözlemledikçe, planlarının işe yaramadığını, Zehra’nın kendi yöntemleriyle tüm kalpleri kazandığını anlamaya başlıyordu.

Köyde Zehra sessiz sedasız saygısını geri kazanırken, Hacer’in gururu başka bir yolla tatmin edilmeye hazırlanıyordu. Hacer, güzelliğinin ve ününün farkında olarak, kendi hayallerini daha da büyütmek istiyordu. Köyden kasabaya göçmüş şimdi kasabanın zengin tüccarlarından birisi olmuş Mehmet Efendi Hacer’i oğluna onu istemişti.

Hacer bu haberi duyduğunda içi sevinçle doldu. İşte benim yolum! Bu oğlan, istediğim her şeye sahip! Hizmetçiler, konfor, şatafat… diyerek kendi kendine hayaller kurdu.

Kasabadan tüccarın temsilcileri ve aileleri köye geldiler. Köyün evleri küçüktü, ama Hacer’in evinde özenli bir karşılama hazırlandı. Hacer özenle süslenmiş, saçları parlak ve örgüsü kusursuzdu.
Teyzesi ve annesi de Hacer’in gurur dolu hâlini sessizce izliyordu.

Tüccarın oğlu Ali gibi ağırbaşlı değil, gösterişli ve kendine güvenen bir gençti. Ama Hacer için bu fark etmezdi; önemli olan paraydı, statüydü, rahatlıktı.

İsteme sırasında Hacer, heyecanını gizleyemedi. Gözleri ışıldıyor, dudaklarında hafif bir gurur tebessümü vardı. Evet, uygun görürseniz, Hacer’i oğluma istiyoruz, dedi tüccar baba.

Hacer’in ailesi de kabul etti. Hacer’in yüzündeki gurur neredeyse taşacak gibi oldu. “İşte benim kaderim!” diyordu içinden. “Zengin bir aile, bolca rahatlık, şatafat… ve kimse bana karışamayacak.”

Nişan günü geldiğinde, köyün herkesin gözü Hacer’in üzerindeydi. Süslenmiş ev, kurdeleler, davul zurna… Hacer her bakışta parlıyor, kasabadan gelen tüccar ailesinin ilgisini üzerine çekiyordu.

Hacer’in içinden bir düşünce geçiyordu: Zehra ne kadar da sessiz ne kadar da alçakgönüllü… Ama ben bu nişanla tüm köyün gözünde kazanacağım. Ali bile etkilenecek.

Nişan töreni sırasında, Ali de gelmişti. Gözleri Hacer’in üzerine kaydı. Ama bu kez Hacer’in gözlerindeki gurur ve kibir, Ali’nin içinde bir karşılık bulmadı. Ali’nin gözleri Zehra’yı aradı; Biraz sonra Zehra Hacer’in yanına geldi. O anda Ali, Hacer’in güzelliğine rağmen Zehra’nın güzelliğini ve güzel huyunu düşünüyordu.

Hacer ise bunu fark edemedi. Ne kadar mükemmelim! diyordu kendi kendine. İçinde, Zehra’ya karşı hâlâ gizli bir kıskançlık vardı ama Ali’nin bakışlarından etkilenmediğini görmüyordu.

Hacer’in kasaba tüccarının oğlu ile nişanlanması köyde büyük yankı uyandırdı. Herkes gururla bakıyor, Hacer’in “başarısı” konuşuluyordu. Ama Hacer’in içinde hafif bir huzursuzluk da vardı, farkında olmadan.

Çünkü Ali’nin gözleri Zehra’yı aramış, Hacer’e kaymamıştı. Hacer bunu görmemişti ama içgüdüsel olarak hissetmişti: Güzellik ve para, her şeyi kazandırmaz.

Zehra sessizce köyde herkesin saygısını ve sevgisini kazanırken, Hacer büyük bir törenle nişanlanmıştı. Dışarıdan bakıldığında zaferdi bu… ama içte, bir boşluk vardı.

Ve Hacer, o boşluğu hiçbir süs, şatafat veya nişanla dolduramayacağını henüz anlamamıştı.

Hacer, kasabanın zengin tüccarının oğlu ile nişanlandıktan sonra, köyden ayrılıp kasabada görkemli bir düğünle evlendi. Düğün, Hacer’in hayal ettiği gibi büyük, gösterişli ve her açıdan etkileyici olmuştu. Hacer, o günlerde kendini adeta bir kraliçe gibi hissediyordu. Artık rahat edeceğim, hizmetçilerim olacak, her şey yolunda… diyordu içinden. 

Ancak hayat, onun planladığı gibi akmadı. Evlendikten kısa bir süre sonra, Hacer’in gözleri açıldı: Kocası, tüccarın oğlu, aslında evde yalnız yaşamaya alışmamıştı. Baba ve anne, kardeşler, amcalar, halalar… herkesin aynı evde yaşadığı kalabalık bir aileye gelmişti. Ev, Hacer’in hayal ettiği gibi sessiz ve gösterişli değildi; aksine gürültülü, karmaşık ve sürekli bir hengâme içindeydi.

Hacer, ilk haftalardan itibaren bu kalabalığın ağırlığını hissetti. Ben, kendi rahatımı istiyorum! diye içten içe homurdandı. Ama sessizce sabretmek zorundaydı.

Düğün öncesi gözünde mükemmel görünen koca, evlendikten kısa süre sonra Hacer’in hayallerini yerle bir etti. Tüccar oğlu, iş stresini sürekli alkolle atıyor, Hacer’in yanında çoğu zaman umursamaz ve dalgacı bir tavır sergiliyordu.

Hacer’in öfke ve hayal kırıklığı birikiyordu: Benim hizmetçilerim yok, rahatım yok, her gün gürültü, karmaşa ve bu… bu adam! dedi kendi kendine.

Ev işleri, kalabalık aile ve sürekli devam eden hengâme, Hacer’in sabrını sınadı. Önceden sadece kendini düşündüğü, planladığı hayatı bir anda hayal kırıklığıyla doldu.

Hacer, bir zamanlar köyde herkesin dikkatini çekmek için gururla yürüyordu. Şimdi ise parıltısını kaybetmiş, ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Kendi kibri ve hırsı, onu bu mutsuzluğa sürüklemişti.

Bir akşam, odasında yalnız kalırken aynaya baktı. Güzellik hâlâ duruyordu ama gözlerindeki ışık sönmüştü. Ne için çabaladım ben? dedi sessizce, tedirgin ve öfkeyle karışık bir ses tonuyla.

İçten içe biliyordu ki, zenginlik ve gösteriş, mutluluğu satın alamıyordu. Ona göre her şey yolundayken bile kalbindeki boşluk ve yalnızlık, büyük bir gölge gibi evin içinde dolaşıyordu.

Hacer artık şunu fark etmişti: Güzellik, kibir ve para, gerçek huzuru getirmez. Kalabalık aile, ilgisiz ve içkici koca, sürekli karmaşa ve yalnızlık… Hacer’in hayal ettiği “rahat ve şatafatlı hayat”, yerini mutsuzluk ve pişmanlığa bırakmıştı. Ve Hacer, aynadaki kendi yüzüne bakarken, içinden sessizce bir ders alıyordu: Her zaman istediğin, sahip olabileceğin şey değildir. Ve bazen, en değerli olan şey, sessiz ve dürüst bir kalptir…

 

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

İrfan BAŞARANOĞLU yazıları

Çok okunanlar